amitie

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

education


    SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN ( RH.A.) HATIRALAR

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 263
    Kayıt tarihi : 18/01/09

    SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN ( RH.A.) HATIRALAR Empty SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN ( RH.A.) HATIRALAR

    Mesaj  Admin Paz Ocak 15, 2017 12:23 am

    1964 Tarsus-Deymekli yaylası Mersin'in bir köyünde oluyor. Sabah namazına kalkarken çocuklardan biri kapıyı ters taraftan arıyor. "Neyapıyorsun" denildiğinde gözünün ama olduğunu söylüyor ve şu hadiseyi anlatıyor. "Rüyasında düz bir yerde yemek yiyiyorlar. Yere dökülen kırıkların cinler tarafından toplandığını görüyor. Cinlerden bir tanesi çocuğun yanına geliyor ve şöyle diyor:"Sizin dökmüş olduğunuz ekmek kırıntılarını toplamaktan derse giremiyoruz. O sırada talebe karşıda bir cinninin abdest bozduğunu görüyor ve şöyle diyor. siz bizim istemeyerek döktüğümüz ekmek kırıntılarını çok görüyorsunuz. Halbuki siz buraları kirletiyorsunuz diyerek karşıda abdest bozan cinniyi gösteriyor. Bunu üzerine gözlerinin önünden aşağıya doğru bir şeyin indiğini görüyor. Ve gözlerinin kapandığını anlıyor. Durum Hasan Abi'ye intikal ediyor. Buna mukabil Elemneşrahleke ve diğer hatimler yapılıyor. 3 gün aradan geçiyor durumda bir değişiklik olmayınca Hasan Abi o gece Abdülkadir Geylani Hazretlerinden medet istemesini söylüyor. Sonra o kardeşimiz asıl ismi olan (Ebazer Eşeb) 'i zikrederek imdat istiyor ve yatıyor. Rüyasında Abdülkadir Geylani Hazretleri beyaz elbise içerisinde geliyor. "Evladım acelen niye nedir bu telaşın. Beni bir an bile oturtmadın" deyince durumu anlatıyor. Derslere giremediğini geri kaldığını söylüyor. A.K. Geylani Hazretleri "Sen onların özel hayatına karıştığın için onlar senin gözlerinin önüne gaflet perdesi çektiler. Hatimlere devam edin. Hocana söyle talebeleri ekmek dökmekten mübalağa ile tenzih etsin" diyor. Hatimlere devam ediyorlar. O kardeşimiz yine rüyasında Konya'da Hz.Üstazımızın başkanlığını yaptığı 40'lar toplantısına katılıyor. Hazretimizin başında salahiyet sarığı ve sarıkta (La ilahe illALLAH Muhammedin Rasülullah) yazılı, göğsünde de üzeri yazılı bir şerit çekili ve toplantıya buyur ediliyor. O kardeşimiz halkaya girip Hazretimizin elini öpüyor ve geri çekiliyor. Hazretimizin işareti üzerine halkada bulunan diğerlerinin de elini öpüyor ve geri çekiliyor. Oturmasını söylüyorlar. Arkasında bir koltuk peydah oluyor ve geçmiş olsun diyerek tebrik ediyorlar. O kardeşimiz birden fırlıyor ve gözünün açılmış olduğunu farkediyor.

    İlim Yayma Cemiyetinden bir heyet Üstazımıza geliyor (elem yayma cemiyeti). Sohbet esnasında heyetten biri "efendim siz olmasaydınız ne olacaktı Ümmet-i Muhammedin evladı" diyerek yüzüne karşı medh ediyor. Üstazımız bunun ıstırabını çekiyor, çok daralıyor. abdest tazelemeye gidiyorlar. Çıkınca H. Bakır Abi havlu tutuyor. Üstazımız derin bir nefes alıyor ve "(Haşa sümme haşa biz kim oluyoruz. Biz ALLAH'ın aciz ve zelil kullarıyız. Haza Kerametünnebi" buyurmuşlar.

    Üstazımız ile Abimiz yemek yerlerken Üstazımız bir ara kalkıyorlar. Pencereye doğru giderler. Kaplanın gelmekte olduğunu görürler ve "Kemal gel şunun gelişine bak (göğsü dışarda kafası dik neyse). Kaplan içeri giriyor, Üstazımız ayağa kalkıyor ve şöyle buyuruyor; İlim erbabına mağrur bir şekilde yürümek yakışmaz " daha sonra "yürü" diyor. Kaplan aynı şekilde yürüyor. Üstazımız bizzat tarif ediyor 4-5 adam tutarak yürütüyor.

    Biletçi Mehmet Efendi vefat ettikten sonra Hz. Üstazımız "20 senede yetiştiremeyeceğim talebemi kaybettim" buyurmuş. Mübarek o kadar saygılı imiş ki ömründe bir defa bile hane-i saadete ayak uzatmamışlar. Ve hatta ziyarethanenin orada Hamidiye suyu vardı. (Abdülhamid Han Hazretleri getirdiği için bu ismi almış). Herkes oraya su almaya gelirmiş. Mehmet Efendi su almaya giderken arkası ziyarethaneye gelmesin diye hep yan yan gelirmiş suyun yanına. Bu senelerce devam ettiği için oranın halkı onu felç zannederlermiş, kardeşlerimiz müstesna.
    Hz. Üstazımız Alem-i Beka'ya irtihal etmezden önce Mustafa Doğanay yanına geliyor. "Efendim talebelerinin çok cam kırıyor, çok yaramazlar" diyor. Ben takıyorum onlar da kırıyor. Üstazımız da şöyle cevap verir. "İlahi Mustafa Efendi ben de bir şey söyleyecek zannettim. Cam kırmayacak talebenin burada ne işi var. Bunları onlara tarif edeceğiz" buyurdular.
    Ali Baba (Dayı) devamlı hayalinde beyaz bir köşkünün olmasını istermiş. Bir ara aynı şekilde düşünürken nefis "veririm ama buna mukabil maneviyatını ver" demiş. Bunun üzerine Ali Baba hiddetli bir şekilde Üstazımızın yanına gelip "Efendim ne olur himmet buyurun imanım gidiyor" diye feryat ediyor. Üstazımız teselli eder, dua edip gönderirlermiş. Bu Ali Baba eşekleri çok severmiş. Eşek gördüğü zaman yanına gider alnını okşar ve "sana niçin vuruyorlar. Halbuki sen onlara iş yapıyorsun. sana niçin eşek diyorlar. Sen ALLAH'a şüphe etmedin ki. Asıl ALLAH'ın varlığına şüphe edenlere eşek denir" dermiş. Ali Baba duasında cenazesinde eşeğin de olması için yalvarmış. nihayet Ali Baba vefat ediyor. O sırada da veba hastalığı varmış. İngiltere de bir gazetede merkepte de veba yayıldığı yazılmış İstanbul da bu yazı üzerine gazeteler bu haberi yayınlıyor. Bunun üzerine İstanbul idareleri hudutları içerisine merkep sokulmayacak diye ferman çıkarıyorlar. Sokanlara da ağır ceza verileceğini söylüyorlar. Bu sıralarda adamın biri Trakya'dan İstanbul'a üzüm getiriyor. İstanbul hududuna geldiğinde eşeği oraya bağlıyor. Malları alıp giderken Merkep ipi koparıyor. Kaçıp gidiyor. Adam da eşeği kan ter içerisinde takip ediyor. Nihayet Rami'den Eyüp tarafına giden bir cenaze görüyor. Cenaze Ali Baba'nın Üstazımız da orada. Eşek cenazeye gidenlerin arasına karışıyor. Adam arka taraftan gelip eşeği yakalıyor. "Nihayet seni yakaladım" diyor. O anda Üstazımız adamın elinden tutuyor "evladım onun vazifesi var". Adam "efendim ceza veriyorlarmış. Ben fakir bir adamım cezayı ödeyemem" deyince Üstazımız "ben öderim" buyuruyor.

    Hasan Arıkan Abi yeni bir Wolswagen alıyor. Arabada Çırpanlı Hocaefendi, Hasan Arıkan Abi ve Hilmi Abi var. Giderlerken bir cenazeye rastlıyorlar. Cemaatten bazıları Çırpanlı Hocaefendi'yi tanıyorlar. Çırpanlı Hocaefendi "beni gördüler cenazeye katılmazsam ayıp olur, biraz onlarla yürüyeyim. Hemen gelirim siz kenarda bekleyin" diyor. O giderken Hilmi Abi "efendim" diyor. Çırpanlı Hocaefendi duruyor ve geri bakıyor. "Birşey mi oldu evladı" diyor. Hilmi Abi "sizi oturup da mı bekleyelim" diyor. Çırpanlı Hocaefendi "evet evladım oturup da bekleyin" buyuruyor. Bunun üzerine Hasan Abi "Hilmi Efendi niçin Çırpanlı Hocaefendi'yi meşgul edersin. Köşede bekleyin demekten bu anlaşılmıyor mu" diyor. Hilmi Abi de şöyle cevap veriyor "ben bu emri verdirip manevi kazanç sağlamak için söyledim" diyor.

    Hasan Arıkan Abi Adana'da idareci iken Abimizden mektup geliyor. Abimiz mektubunda "Hasan lüzum gördüğüm şu anda sizi vazifeden alıyor, sizin yerinize Mehmet Bilgin Hoca'yı veriyorum. Emrime itaatinizi beklerim" diyor. Mektubu eline aldığında yanında banka müdürü varmış. Mektubun heyecanından banka müdürünü unutmuş ve hemen M. Bilgin Hoca'yı aramış. M. Bilgin Abi'ye yıldırım telefon yazdırarak ulaşıyor. M. Bilgin Abi'de o zaman Hatay'ın bir köyünde imamlık yapıyor. Kendisine şöyle diyor; "Şu anda Abimiz'den aldığım mektubu size aktarıyorum. Şu andan itibaren siz Adana Bölgesi'ne idareci olarak tayin edildiniz. Ben de size tabiyim tebrik ederim" diyor. Ondan sonra Hasan Abi Abimize mektup yazıyor. "Göndermiş olduğunuz mektubunuzu aldım. Emirlerinizi M. Bilgin Abi'ye bildirdim. Emirlerinizi beklerim". Abimiz mektubu alınca (Hasan bu zamana kadar yapmış olduğun hizmetlerin hepsinden bugünkü teslimiyeti kadar razı olmadım). Bu hadiseyi Hasan Abi, Kumaş Abi'nin huzurunda Trabzon bölge idarecileri toplantısında anlatmış.


    Buradaki Beni İsrail Peygamberlerinden murad o kavme gönderilen peygamberlerdir. En meşhurları ise Hz. Musa ve Hz. İsa'dır. Ulemadan murad ise Kamil Evliya'dır. Zira mutlak zikr kemale delalet eder. ( ) Hadis-i Şerifi de önceki hadis'i tamamlamaktadır. O zaman buradaki ulemadan murad Peygamberimizin maddi ve manevi ilimlerine varis olan zat demektir. Bu varislerden birincisi Hz. Ebu Bekr, sonuncusu Hz. Üstazımız olan 33 tane Silsile-i Sadat Efendilerimizdir. Hz. Üstazımız Peygamberimizin maddi ve manevi bütün ilimlerine varis olmuştur. Ve onun gibi çileyi, sıkıntıyı, fakirliği tercih etmiştir. Fakat isteseydi her şeyi elde edebilirdi. Peygamberimiz de elde edip kimseye muhtaç olmazdı. Bütün taşlar, ağaçlar dile gelmişler. "Ya RasülALLAH emret altın olalım seni sıkıntıdan kurtaralım" demişler. Ancak O kabul etmemiştir. Nuh Aleyhisselam ellerini kaldırmış bir kere "Ya Rabbi dünyada hiçbir kafir görmek istemiyorum" demiş. Ve tufan olmuş. Hiç bir kafir kurtulamamıştır. Nuh A.S. 'nın yaptığı gibi Peygamberimiz yapamazmıydı? Elbette yapardı. Fakat yapmadı. Rasülullah yapmadığı gibi Varis-i Hakikisi olan zat-ı şerif Hz. Üstazımız da yapmamıştır. Tasarruflarını kullanmamıştır. Bir defasında bazı ayetleri okumuş ve parmaklarını kapatmış ve ellerini havaya kaldırarak "Cenab-ı Hakk'tan şu anda dünyayı altını üstüne getirmesini istesem Cenab-ı Hakk bu isteğimi yerine getirir ve "Kulum Süleyman niçin böyle istedin" diye sual dahi sormaz" buyurmuş.

    Abilerimizden birisi Hazretimize müracaat edip ev yaptırmak istediğini söylemiş. Hazretimizde 4 odalı bir ev yapması için izin vermiş. Hazretimize o zat "Efendim 4 odalı ev yüz liraya mal olur. Bende ise iki oda yapabilecek elli lira bulunuyor". Cevaben Hazretimiz "Sen 4 odalı yap bakalım bir şeyler düşünürüz" buyurmuş. Evin iki odasını yaptırmış. Parası bitmiş. Borç para aramış fakat bulamamış. En son olarak durumu Hazretimize arzetmiş. Hazretimiz elini cebine sokmuş ve cebinden hiç el dokunmamış 50 lira çıkarmış. Kardeşimize vermiş. Kardeşimiz de "Efendim o mübarek eliniz o mübarek cebinize günde birkaç defa girip çıksa ne iyi olur" deyince Hazretimiz "Evladım Rasülullah'ın yoluna ters olur" diye üç defa tekrarlamış.

    Süleyman A.S.'ın mühründe mevcut olan tasarruf bitemamiha Hazretimizde mevcuttur. Kainatın yaratılışının yegane gayesi Rabıta-i Şerif'tir.

    Bir gün Ankara'dan İstanbul'a bir profesör geliyor. Bir fabrikanın salonunda sanat ve sanatçı ile alakalı konferans veriyor. Konferansın sonunda "Sanatçıyı tanımayan ALLAH'ı biz de tanımıyoruz" diyor. Bu toplantıda bulunan bir kardeşimiz bu hadiseyi Hazretimize anlatıyor. Hazretimiz ellerini kaldırarak "Ya Rab şu kafirin haddini bildir. Ya Rab şu kafirin haddini bildir. Ya Rab şu kafirin haddini bildir" diye niyazda bulunmuş. Bir gün sonra aynı konferansı başka bir yerde vermek için giderken uçak kaza yapıyor ve profesör layık olduğu yere gidiyor.

    Hazretimizin yüzü devamlı tebessümkar dururmuş. Yüzünün kırıştığını hiç bir abimiz görmemiş. 3-4 saat hiç ara vermeden derse girermiş ve derste çok dinç görünür yorgunluğunu hiç belli etmezmiş. Ama dersten sonra kalkarken Abilerimizin koluna girmesi ile kalkabilirmiş.

    Hazretimiz sabah namazlarına misafirhanenin yakınlarında Konyalı Mustafa Efendi'nin bağışladığı ve Üçler ismiyle maruf olan (ilk kursumuz) evini tarif ederek talebeler ile beraber sabah namazını eda ettikten sonra Evrad-ı Şerif okur ve ardından uzun bir iltica yaparmış ki şöyle yalvarırmış "Ya Rabbi Ümmet-i Muhammed cayır cayır yanıyor, bölük bölük cehenneme akıyor, Ümmet-i Muhammed perişan oldu Ya Rabbi" der ve gözlerinden sel gibi yaşlar akarmış. O esnada Abilerimiz de ağlarlarmış. Daha önce başka müderrislerde okuyup da daha sonra Hazretimize intisab eden Abilerimize O müderrisler hiç ateşten Ümmet-i Muhammedin bölük bölük cehenneme aktığından bahsetmemişler. Halimizi güllük gülistanlık gösterirlermiş. Abilerimizin ağlaması Hazretimizin "neden kendini bu kadar, harap ediyor, üzülecek ne var acaba" diye Hazretimize olan sevgilerinden ağlarlarmış. Ama Üstazımızın ağlaması daha başka.

    Hazretimiz Akdeniz isimli geminin ikinci süvarisi olan (Ahmet Kaptan) Amca ile birlikte İzmir'e gelirmiş. Bir gelişlerinde kardeşimizin birinin evinde, İzmirli kardeşlerimize ve Hazretimizi tanıyan bazılarına sohbet buyurmuşlar. O sıralarda Efendimiz Kütahya hapishanesinden yeni çıkmıştı. Sohbette şöyle buyurmuştur; "ALLAH yolunda askerliğimiz iki ay eksikmiş. O'nu mevla tamamlattırdı. Biz bu yaşta korkmadık devam ediyoruz. Benim genç evlatlarım hiç korkmaz" buyurarak o sırada İzmir'de bulunan Osman Horasanlı Abi'yi işaret etmiş. Onu müteakiben kamyoncu hikayesini misal vermiş: Bir kamyoncu yükünü yerine götüreceği zaman yoluna devam eder. Yolda tekerleği patlasa şöför elini kolunu sıvar, lastiği yapar ve bu sefer daha hızlı yoluna devam eder ki o açığı kapatmak için" buyurmuş. Ben de bütün evlatlarıma haber gönderdim ki hemen derslere başlamalarını ve çok hızlı okutmalarını söyledim. Çünkü Kütahya hadisesi esnasında derslere ara verilmişti. O sırada (1957) İzmir'de müftü vekili olarak vazifeli olan fakat müftü vekili olduğu için müftülük yapan Çırpanlı Hocaefendimiz de oradaymış. Horasanlı Abi de bir camide imammış.

    Ömrü Kur'an hizmetiyle geçti
    "Rahmetli dedem, ders için zaman ve mekan seçmemiş, ders yeri ne kadar uzak olursa olsun, dersini aksatmamıştır. Uyku ve ihtiyaç dışındaki bütün vakitlerini de bu uğurda harcamıştır."
    Rahmetli dedeniz Süleyman Efendi'nin ilmi hayatını özetler misiniz?

    Dedem vefat ettiğinde ben dört yaşındayım. Onunla ilgili ne varsa validemden ve babamdan ve diğer yakınlarımdan öğrendim. Süleyman Efendi Hazretleri 1888'de Silistre'de dünyaya geldi. Babası Osman Efendi, Fatih Sultan Mehmet tarafından "Tuna Hanı" unvanıyla şereflendirilmiş, soylu bir aileye mensuptur. Süleyman Efendi Hazretleri ilk tahsilini babasının müderrislik yaptığı Satırlı Medresesi'nde, sonra da Silistre Rüştiyesi'nde okudu. 1913'e kadar İstanbul'da Bafralı Hamdi Efendi'nin yanında dini ilimleri tamamladı. 1913'de Darü'l-Hilafeti'l-Aliyye Medreseleri, Kısm-i Ali'sine girdi. 1916'da icazet aldıktan sonra mezun oldu. Aynı yıl ihtisâs yapmak ve dersiam (Profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Medresesi'ne bağlı Medresetü'l-Mütehassisi'ne kaydoldu, bu medresenin ilk iki yılını başarı ile tamamladıktan sonra, kendisine Eylül 1918'de, 20 kişi ile birlikte, İstanbul Müderrisliği Ruûsluğu (akademik bir kariyer) verildi. Süleymaniye Medresesi'ne girmeden önce Medresetü'l-Kuzât'ın (Hukûk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanan ve başarı ile bitiren dedemin asıl maksadı hakimlik mesleğine geçmek değil, devrin bütün zahiri din ilimlerinde olgunluğa ermek olduğundan, daha sonra Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'ne hakim olarak tayin edildi, bu mesleğe talip olmadığını bildirerek kadılığı reddetti.

    Başka bir resmi görev aldı mı ?

    1 Haziran 1920 tarihinde dersiâm olarak vazifeye başlayan Süleyman Efendi, 27 Nisan 1921'e kadar bu göreve devam etti. 1922'de Dâr'ul-Hilâfet'il-Aliyye Medresesi'nin birinci kısmında Türkçe müderrisliği vazifesine başladı, 29 Mart 1923'te Dâr'ul-Hilâfet'il-Aliyye Medresesi İbtidâ-i Hâric Kısmı, Sarf-ı Arabî Müderrisliği'ne tâyin oldu. 25 Eylül 1923 tarihinde tekrar Türkçe Müderrisliği'ne tâyin edildi. 3 Mart 1924 tarihinde çıkan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte vazife yaptığı İbtida-i Haric Medreseleri İmam Hatip Mektebi'ne devredilince, bu okulun eğitim kadrosuna alınmasına rağmen, dersiamlık uhdesinde kalmak şartı ile müderrislikten kendi isteği ile ayrıldı.

    O'nun asıl faaliyeti Kur'an-ı Kerim öğretmekti değil mi?

    Süleyman Efendi, bir yandan İstanbul'un değişik camilerinde vaaz etmiş, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışmıştır. Hususi sohbetleriyle, ilmiye sınıfını maddeten ve manen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışmıştır. Gedikpaşa'daki Azakzade Apartmanı'nın bodrumunda, Av. Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendi'yle oluşan halkaya, daha sonra, biletçi Hüseyin Efendi, tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hoca'lar dahil olmuş.

    Kur'an kursu formundaki ilk çalışma, 1951'de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey'in Çamlıca'daki evinin birinci katında başlamış, yeni gelenlere temel dersler verilmiş, bir yandan da ileri seviyedeki ders grupları oluşturulmuştur. Demirciden, kalaycıdan ve diğer meslek sahiplerinden, ellerinin nasırları kurumadan alim yaptığı talebeleri, müftü, vaiz olmuşlar, daha sonraları da "Demirci Hoca, Kalaycı Hoca" diye anılan bu talebeleri, nice din adamları yetiştirmişlerdir.

    'Keşke daha az uyuyabilsek'

    Dedenizin bir din alimi olarak en belirgin niteliği sizce neydi?

    Rahmetli dedemin en başta gelen niteliği, dini eğitim ve öğretime sürat kazandırmasıydı. Hayattayken basılmış tek eseri "Kur'an Harf ve Harekeleri" isimli küçük bir risaleydi. Bu risale sayesinde Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, aylardan haftalara, hatta günlere iniyordu. Kendisi "Şimdi sürat zamanıdır, tahsili uzatma zamanı değildir" söylemi ile, okuttuğu evlatlarını, Anadolu'nun muhtelif yerlerine göndermiş, va'zu nasihatler ettirmiş, oradaki Müslümanlar'a Kur'an öğretmelerini tembih ediyordu. Talebeleri bir taraftan ilim tahsil ederken, bir taraftan da tahsil ettikleri ilmi, talepte bulunan halkın çocuklarına öğretiyorlardı. Süleyman Efendi'nin emeli, Kur'an ilimlerini öğretmek ve yaymanın yanında, Kur'an ahkamını da yaşatmak olmuştur. "Benim evlatlarım, İslam'ın şerefini yaşayarak gösterecekler" diyerek, onların İslam'ı özümsemelerini ve yaşayış tarzlarına sindirmelerini arzu etmiştir. Hayatla ilgili hususları öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda harfiyen tatbik edilmesini de istemiştir. Ders için zaman ve mekan seçmemiş, ders yeri ne kadar uzak olursa olsun, dersini aksatmamış, Kısıklı'dan Topçular'a dört ayrı vasıtayla ulaşabilmesine rağmen hiç yüksünmeden gidip gelmiştir. Uyku ve ihtiyaç dışındaki bütün vakitlerini bu uğurda harcamış hatta az uyumalarına rağmen "Allah bizi az uykuyla kandırsa da keşke daha çok ders okusak" diyerek, günün tamamını değerlendirmek istemiştir. Süleyman Efendi Hazretleri'nin, bir ömür boyu devam eden çileli ve yorucu mücâdelesinin nihayetine doğru öteden beri mustarip oldukları şeker hastalığı ağırlaşmış ve bütün gayretlere rağmen 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı'daki hâne-i sâdetlerinde Rahmet-i Rahmâna kavuşmuştur. Altunizade Câmii'inde, kılınan öğle namazına müteakip, Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir. O, vazifesini tamamiyle ve kemâliyle ifa etmenin huzûru içinde Refik-i A'lâya kavuşurken, arkasında hizmet etmek üzere binlerce bağlılarını, yüce İslâm ve imân davasına pazarlıksız, sarsılmaz bir imân ve idealle bağlı yetişkin bir kadro bırakmıştır.

    Hastayken bile öğretti

    Kur'an Kursları nasıl oluştu?

    1952 yılında Mustafa Efendi'nin evi yeni yeni katılanlar yüzünden dar gelmeye, yetersiz olmaya başlayınca, yeni bir yer aranmış ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri'nin çilehanesinin yanında bir yer bulunmuş, buraya Üsküdar Müftülüğü'ne bağlı olarak ilk resmi Kur'an kursu açılmıştır.

    Hasta halinde dahi Kur'an öğretmekten vazgeçmemiş!..

    Okuttuğu talebelerini, Anadolu'nun her tarafına göndermiş, halkın dinini, diyanetini öğretmelerini tembihlemiştir. Bu yoğun çalışma temposu kendisini yormuş ve şeker hastalığının da şiddetlenmesine sebep olmuştur. Dostlarının ve talebelerinin ziyaretine geldiği bir söyleşide, gelenlerden biri: "Efendim, rahatsızsınız, artık dinlenin. Bakın evlatlarınız yetişti. Bundan sonra hizmeti onlar yürütsün" dediğinde, bütün yorgunluğuna rağmen celallenip doğrularak "Tekeri patlayan şoför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı gider, bizim de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışarak telafi etmemiz lazım" demiştir. Hasta ve rahatsız olduğu zamanlarda dahi dersten tâviz vermemiş, geri kalmamış "Derse gidersem hastalık da gider, kalırsam hastalık da kalır" buyurmak suretiyle âfiyet ve şifâsının ders okutmakta olduğunu ifade etmiştir.

    Talebelerine hangi tavsiyelerde bulunurdu?

    Süleyman Efendi uzun ve yorucu bir yolculuktan dönen talebesine, "Oğlum! Falan camiye git, Cuma'da va'z et de, dinleniver" demek sûretiyle istirahat ve dinlenmenin, hizmetle mümkün olacağına işaret buyurmuştur. Talebelerinden herhangi biri derse geç gelecek olsa, onu asla kırmaz, mahcup etmez sadece, "Hepimiz seni bekledik" demiştir. Talebelerinden herhangi biri bir özürden dolayı derse iştirak edemediği zaman çok üzülür, "Eyvah! Bugün çok büyük ziyânımız var" buyurmuşlardır. Bir gün Kur'ân öğretmek için gönderdiği bir talebesi, gittiği yerde okutacak kimse bulamamaktan şikayet etmiş "Efendim, sadece iki kişi vardı, onları da bırakıp geldim" deyince çok üzülmüş. Ve biraz da celallenerek "Evladım, nice peygamberler bu âlemden bir tek ümmet elde edemeden gittiler. Sen iki talebe bulmuşsun daha ne istersin" diyerek, tekrar geldiği yere göndermiştir. Talebelerine son derece kıymet vermiş. "En küçük talebenin dahi kesip attığı tırnağını, dünyalara değişmem" vecîzeleri bu hakikati en bâriz şekilde ortaya koymuştur.

      Forum Saati C.tesi Kas. 02, 2024 8:24 pm